Mevsim normallerinin üzerinden sesleniyoruz: Nedir bu normal?
Dağın içine girer girmez bakışlarımız başkalaşıyor yine. İzlere bakıyoruz. Renklere bakıyoruz. Hangi zamandayız diye sorduğunda gözlerimiz, “ne ilk ne son” diyor manzaralar; hem ilk hem son baharın izlerini taşıyorlar sanki.
Arazinin karla kaplı olacağını düşünürken, yaz ortasından bir günü karşılıyoruz. Kaplan otu erken boy atmış ama yılda bir kere anca bir iki hafta yüzünü gösteren ters lale sıcak güne aldanmayıp çiçeğini bekletiyor. Eğrelti otları ise sanki bir süreliğine diğer candaşları yeşillenip filizlenebilsin diye eğilmiş, yer açmış gibiler.
Bu sefer arazide Melis ve Emre ile ilk baharın ilk çiçeklerini görecek olmanın heyecanıylayız. İstanbul’dan araziye vardığımız gibi Bülent abinin toyotasına doluşup yola koyuluyoruz. Google’da görünmeyen bir rotamız var; bazen yolsuz yollardan gidiyoruz. Sağa girecekken yanlışlıkla sola giriyoruz. Kayboluşumuzun hediyesi irisler -süsenler. Projesi iptal edilen bir rüzgar tribününün hayaleti gibi tepede duran rüzgar ölçüm direği, bizi kaybetmediklerimize şükrettiriyor. Belki o da rüzgarı sayılara dönüştürmeyi bırakmış, karşı çayırdaki menekşelerin kıpırtısından takip ediyordur artık.
Melis Kasım’da tribünlerin eteğinde gördüğü pelinotları ve civanperçemleri açmış mı merak ediyordu. Henüz açmamışlar.
Kanatların yakınlarında kanat çırpan iki grup kuşa rastlıyoruz.
Ballıbaba ve menekşe tarlaları dönüşünde bir çağlayanın suyunda ayaklarımızı serinletip dönüşe geçiyoruz. Melik ve İbo verandanın yarısını bitirmiş. Hep birlikte ilk akşam yemeğiyle açılışını yapıyoruz. Melis ve Emre’nin bahçesinden ıspanak ve stelarialı börek, Hande’nin ellerinden nefis mezelerle topraktan aldığımızı toprağa döndürmek üzere günü sofrada sonlandırıyoruz.